Kırkiki yıl önce Cumhuriyet Gazetesi'nde başladı dostluğumuz.
Ben İstanbul'da Spor Servisi'nde, O İzmir Büro'da. Arasıra telefonla paslaşıyoruz ama henüz hiç karşılaşmamışız. Zaman zaman fotoğraflı röportajımız yayımlandığından, birbirimizin tipini az çok biliyoruz...
26 Ekim gecesi aradı:
-Yarın Türkiye ile Arnavutluk arasında oynanacak futbol milli maçını Nüvit (Tokdemir) yazacak. Ben de fotoğraf çekeceğim. Gol olursa telefotoyla gönderirim. Olmazsa ajansınkiyle idare et.
"Tamam babam, öyle yaparız"
Maçın bitmesine dört dakika kala Arap Arif (Kocabıyık) golü atınca maç 1-0 bitti. Birkaç dakika sonra zırt telefon:
-Golü çektim, gönderiyorum.
"Hay çok yaşa. Ben de sayfayı çatayım. Golü radyodan duyunca aklıma bir başlık geldi ama şimdi söylemeyeceğim. Provayı İzmir'e geçince görürsün... Haaa, aklıma bir şey daha geldi. Geçenlerde Nebil'le (Özgentürk) senden söz ederken, 'Arap Celal' demişti. Arap Arif'in golünü senin çekmen hoş rastlantı..."
Karşılıklı kıkırdaşdık; sonra o koşa koşa büroya, ben mürettiphaneye.
Nöbetçi müsahhih, aynı zamanda servis şefi olan usta edebiyatçı Konur Ertop. (O yıllarda Düzelti Servisi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi'nden farksız. Sayfa provalarını önlerine götürürken yüreğimiz pırpır ediyor, ya bir hata bulurlarsa diye. Ama henüz yirmili yaşlardayız; kaşınmazsak olmaz...
Sayfayı önüne koyduğum anda Konur Abi "Aaaaaaa" diye öyle bir ünledi ki, mürettiplerin şıkırtısı pıt diye kesildi. Hınzırlığıma bu kadar büyük tepki beklemediğimden tırstım. Başlık şöyleydi:
Arnavut ciğeri de pek lezzetliymiş...
Konur Abi henüz 46'sındaydı ama ben yanında çocuk kaldığımdan korktum, ya kalbine falan bir şey olursa diye.
"Şaka abi şaka, seni güldürmekti amacım. "A"yı küçük harfle yazarız, iki sözcüğü de birleştirdik mi olur arnavutciğeri; yemek ismine de kimsenin itirazı olmaz sanırım. İmambayıldı gibi yani.
-Aman Mustafacığım, imamı bilmem de ben az kalsın bayılacaktım.
...Ve başlık zarafet timsali üstattan onay alınca, Arap Arif'in golü, Arap Celal'in fotoğrafı ve Nüvit'in maç yazısıyla baskıya gitti...
Makineler dönerken çekmecede zulaladığım rakıdan bir çay bardağı aldım ve Celal'i aradım. Telefonun öteki ucunda gürültülü bir hihihihi patlattı. Abdi İpekçi de tıpkı böyle gülerdi. Öylesine hihihihi'ydi ki bu, H ve İ harfleri gözünüzün önünde dans ederdi...
O günden sonra Celal ne zaman doğup büyüdüğü İstanbul'a gelse, akşam mesaimiz ya Hasır'da, ya Cumhuriyet'te, ya Şükrü Usta'da devam ederdi. (Mis Sokak'taki Sohbet Ocakbaşı daha sonra Nevizade'ye taşındı ve Şükrü Usta Adanalı meslektaşlarını kıskandırmaya devam ediyor) Birkaç yıl sonra Güney İlleri Bürosu'nda (Adana) temsilci değişikliği gündeme geldi. Yönetim Celal Başlangıç'ta karar kıldı. Rahmetli Okay Gönensin bunu yazıişlerinde aktardıktan sonra bana dönüp "Mersinlisin. Hem yerel gazetecileri tanıyorsun hem Diyarbakır'da okuduğun için bölgeyi karış karış biliyorsun. Adana'ya üçümüz gidelim, ben ertesi gün dönerim, sen iki-üç gün kalıp Celal'e çevreyi ve gerekli kişileri tanıt. Canın sıkılırsa Mersin'e gider hem ammeni görür hem denize girersin" dedi. Konu Cello ve canım Çukurova olduğundan çok sevindim. Ve o "iki-üç gün" yüzseksenbir gün oldu...
Olağanüstü günler geçirdik can dostumla. Bir ay geçmeden sadece Adana değil; Güney İlleri Bürosu'nun dağıtım alanına giren ve İran sınırına kadar uzanan tüm Güneydoğu illeri (Doğu Anadolu'dan da birkaç il ve ilçeye de gazete Adana Matbaası'ndan gidiyordu) Cumhuriyet'teki değişimi konuşuyordu. Yerel gazeteciliğin sınırlarını zorlayan çok değerli bir kadro kurduk. Önceki dönemden kalan abileri de aşka gelmişti. Muhabirler, İstanbul'a geçtiğimiz imzalı haberlerini birinci sayfada gördükçe coşuyor, birbirine haber atlatmaya çalışıyordu...
(Taşra gazeteciliği çekilecek iş değildir. Ya valilikte ya emniyette ya defterdarlıkta ya tapuda... kısacası hemen her devlet dairesinde mutlaka bir yakınınız çalışıyordur. Kolay değildir o kurumları eleştirip eşinizi, kardeşinizi, eltinizi, bacanağınızı, baldızınızı küstürmek hatta amirine karşı zor duruma düşürmek...)
Zarar görecek babamız olsa, gözünün yaşına bakmıyorduk.
Emekçinin sırtına basıp basın kartlarıyla caka satan, "Reklam vermezsen kirli çamaşırlarını yazarım" diye tehditle para sızdıran çürük yumurtaların uykularını kaçırmıştık. Buna karşılık, yıllardır güçlüklere göğüs gererek tehditlere pabuç bırakmayan doğuştan gazetecilerle kanka olmuştuk...
Her şey umduğumdan iyi gidiyordu. Ne var ki İstanbul'da yerleşik bir düzenim vardı. İstemesem de dönmek zorundaydı. Celo kardeşim Şakirpaşa'dan yolcu ederken gözlerimdeki yaşı uçağın kapısına kadar güçlükle zaptettim...
ÖZAL'A KUŞKULU SUİKAST
18 Haziran 1988. Yıllık iznimi İzmir'de, ablamın yanında geçiriyorum. Gazetenin Ege Temsilcisi Hikmet Çetinkaya ve arkadaşları ziyarete gittim. Sarmaş-dolaş, hal-hatır sorma faslından sonra Hikmet Abi koluma girip odasına götürdü. Televizyon bangır bangır Anap kongresini Ankara'dan canlı veriyor. Özal kürsüde. Derken birkaç el silah sesi, ardından yüzlerce silah sesi. Takatakatakataktaka... Suikastçı yerde yuvarlanıyor, polis mermi yağdırıyor. İlk patlamadan sonra kendini kürsünün arkasına atan Özal parmağından vurulmuş (Sonradan elinde bir sargı gördük ama -günahı boynuna- Başbakan'ın, seçim kazanma uğruna bir tiyatro sahnelettiği kuşkusu hakim. Öyle ya, nerede bu yara ve kime sıkıldı sayısı belirsiz mermi?..)
Derken telefon çaldı, Hikmet Abi karşıdaki sesi birkaç saniye dinledikten sonra koltuğundan fırlayarak "Allah kahretsin" diye bağırdı. Gazetenin Adana aracı Diyarbakır'a giderken Suruç'ta kamyonla çarpışmış, muhasebeci Cebrail ile şoför Kadir oracıkta can vermişti. Üçüncü kişi Celal'di. Ağır yaralanmış, Bölge Valisi Hayri Kozakçıoğlu'nun gönderdiği helikopterle Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'ne kaldırılmıştı...
Gazeteden biri ilk uçakla Diyarbakır’a gidecekti. İzinde olduğuma ve artık tatilin, denizin falan da anlamı kalmadığına göre, iki saat sonraki Ankara bağlantılı uçakta yer buldum ve havaalanına koştum…
Cello tanınmayacak haldeydi. Kırılan kaburgalar akciğerine saplanmıştı. Gözlerinin nereye baktığı belli değildi. Derhal ameliyata aldılar ama umut görünmüyordu.
Ameliyathane kapısında, sınıf arkadaşım nükleer tıp uzmanı Doçent Doktor Ayten Gezici moral vermeye çalışıyordu. Allah’tan umut kesilmezdi…
Bir mucize gerçekleşti ve tam kırk gün sonra can kardeşim ayağa kalktı. Oda içinde ve koridorda küçük adımlarla dolaşmasına izin verildiğine göre, Turistik Otel’de birer duble yuvarlamanın sakıncası olamazdı. Ama bir yudum aldıktan sonra “Hastaneye dönebilir miyiz” dedi. Elbette hemen kalktık masadan. Kırkıncı günün sonunda Ankara’da, anacığının kollarına teslim edip İstanbul’a döndüm…
Bugün “gazeteci” denince aklıma gelen ilk isimdir Celal Başlangıç. Her zaman kibar, her ortamda seviyeli, olağanüstü bir zekâ, sınırsız bir cesaret, kıvrak bir kalem, akıl almaz bir espri yeteneği… Önceki yıl Köln’e gittiğimde, evlerinin altındaki lokantada şahane bir gece geçirmiştik. Daha sonra olmaz olası hastalık ilerledi. Başta eşi Ayşe olmak üzere, yakınındakiler biliyordu sonun yaklaştığını. Son bir kez görmeliydim kardeşimi. Mesaj gönderdim, “17 Mayıs saat 19.00’da sizin alt katta kafa çekeceğim; bekliyorum” dedim. Yanıt Ayşe’den geldi: “Memnuniyetle.”
Ziyaret tarihini vizeye göre ayarlamıştım. Bekleyemedi. İki hafta önce veda etti dünyaya. Ayşecik’le dediğim tarihte buluştuk aynı yerde. Veda törenine yetişememiştim. Konuşma yapmak için orada olmayı çok isterdim. Neler söyleyeceğimi gazeteniz aracılığıyla aktarayım:
“Ne ağlıyorsunuz, neden üzülüyosunuz arkadaşlar? Böylesine dolu dolu bir yaşama, meslekte böylesine erdemli bir noktaya ulaşmış, her biri evrensel nitelikte eserler bırakmış bir kişiye ağlanır mı? Böyle bir insanın izi silinir mi? Haydi hep birlikte alkışlayalım ve genç gazetecilere Celal’i örnek gösterelim…”