image Yaşar ÖZTÜRK
ATATÜRK’ÜN EN CÜRETLİ HAREKETİ 100. YILINDA ŞAPKA DEVRİMİ (4)



Yazı Tarihi : 9.10.2025
 E-Mail :

 

Erzurum Kongresi günlerinde bile ileride doğup parlayacak Türkiye’yi düşünüyordu, Atatürk. Mazhar Müfit Kansu şöyle yazıyor: “Paşa, emirber Ali'ye seslendi: “Ali, kahve yap bize.” Ali kahveleri getirinceye kadar, Süreyya Yiğit’in: “Muvaffak olduktan sonra dahi iş bitmiyor Paşam, memleketin namütenahi çalışmaya ve inkılaplar vücuda getirmeye ihtiyacı var” şeklindeki mütalaası ile mevzu, memleketin sosyal bünyesine intikal etti. Paşa vatanın kurtulmasından sonra Cumhuriyet ilanının şart olduğu hakkındaki mütalaa ve inanını bir kere daha sağladıktan sonra: “Mazhar not defterin yanında mı?” diye sordu. “Hayır Paşam!” dedim. “Zahmet olacak amma, bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel” dedi. Nerede ise sabah olacaktı. Fakat onun yanında iken dünya, gecesi gündüzü olmayan bir alemden ibaretti. Binaenaleyh, uyku ihtiyacı da yoktu. Hemen aşağıya indim. Not defterini alıp geldim. O, hatıra defterime ve günü gününe her hadiseyi not edişime hem memnun olur, hem de bazen latife etmekten kendisini alıkoyamazdı. “Hafızalarımız zayıfladığı zaman Mazhar Müfit’in defteri çok işimize yarayacak” derdi. Defteri getirdiğimi görünce, sigarasını birkaç nefes üst üste çektikten sonra: “Amma bu defterin bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar mahrem kalacak. Bir ben, bir Süreyya, bir de sen bileceksin. Şartım bu...” dedi. Süreyya da, ben de: “Buna emin olabilirsiniz Paşam…” dedik. Paşa, bundan sonra: “Öyle ise önce tarih koy!” dedi. Koydum: 7-8 Temmuz 1919. Sabaha karşı. Tarihi sayfanın üzerine yazdığımı görünce: “Pekala... yaz!” diyerek devam etti: “Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır. Bunu size daha önce de bir sualiniz münasebetiyle söylemiştim. Bu bir. İki: Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.” Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu gözlerin bir takılışta birbirine çok şey anlatan konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. “Neden durakladın?” deyince: “Darılma amma Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var” dedim, gülerek. “Bunu zaman tayin eder. Sen yaz…” dedi. Yazmaya devam ettim. “Beş: Latin hurufu kabul edilecek.” “Paşam kafi… kafi…” dedim ve biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insan edası ile: “Cumhuriyet ilanına muvaffak olalım da üst tarafı yeter!” diyerek, defterimi kapadım ve koltuğumun altına sıkıştırdım. İnanmayan bir adam tavrı ile: “Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam edecekseniz hoşça kalın…” diyerek yanından ayrıldım. Hakikaten gün ağarmıştı. Süreyya da benimle beraber odadan çıktı. Fakat, burada ve bu anda hadiselerin beni nasıl tekzip ve Mustafa Kemal'i teyit ettiğini, daha doğrusu Mustafa Kemal'in beni nasıl bir cümle ile hapt ve mahcup ettiğini itiraf etmeliyim. Çankaya'da akşam yemeklerinde birkaç defa: “Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine Erzurum'da tesettür kalkacak, şapka giyilecek, Latin hurufu kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman defterini koltuğunun altına almış ve bana hayalperest olduğumu söylemişti” demekle kalmadı, bir gün mühim bir ders de verdi. Şapka inkılabını ilan etmiş olarak Kastamonu'dan dönüyordu. Ankara'ya avdet ettiği anda otomobille eski Meclis binası önünden geçiyor, ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanmadım. Kendisinin ve yanında oturan Diyanet İşleri Reisinin başında birer şapka vardı. Kendisi. neyse ne? . Fakat, kendisini karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Reisine de şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken, otomobili durdurttu, beni yanına çağırdı ve birden: “Azizim Mazhar Müfit Bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?” deyiverdi! Bu bir latifeydi, fakat, mahcup eden bir latife. Ve hakikaten bu büyük adam geceleri gündüzlere katarak düşünmeyi, milli bünyenin tahammülünü bilmiş, her şeyin zamanını hesaplamış ve zamanı iradesine ram edebilmişti Benim o gün hayal ve masal diye karşılayarak not ettiğim her madde, zamanla birer hakikat abidesi olarak karşımda bütün endamı ile boy gösteriyordu.”

 

Yayına hazırladığı “Muhafızı Atatürk’ü Anlatıyor, Emekli General İsmail Hakki Tekçe'nin Anıları” kitabında Hasan Pulur “Mustafa Kemal'in “güneş siperli başlık” dediği şapkayı da Türkiye'de ilk defa kim ve kimler giymişti bilir misiniz? Muhafız Alay Kumandanı İsmail Hakki Tekçe ve arkadaşları. Hem de Atatürk'ün bu [Kastamonu’daki] konuşmayı yapmasından çok önce” diyerek Tekçe’den aktarıyor: “1925 yılı Ocak ayında İstanbul’a gitmek için Atatürk'ten izin istedim. İstanbul’a gelirken hep, evvelden beri düşündüğüm bir şeyi tatbik etmeyi tasarlıyordum. Yıllardır şöyle düşünürdüm. Iran ve Afganistan ordularında subaylarla erler vizyerli kasket ve şapka giyiyorlardı. Biz Asya ile Avrupa’nın ortasındaydık. Batı’ya bu memleketlerden daha yakındık. Buna rağmen sarık, takke, fes, kalpak, kabalak, aklımıza ne gelirse onu kafamıza geçirmiştik. Bu beni çok düşündürüyor ve içimden 'ne zaman başımıza bir şapka giyersek, medeniyete daha çok yaklaşmış olacağız diyordum. İstanbul’da bu işe kendi çapında bir hal çaresi bulmaya karar verdim. Bahçekapı’da şimdi yıkılmak üzere bulanan "Bi-Ba-Bo"nun bulunduğu yerde, ”Andelip” adında plak satan, kabalak yapan bir adam vardı. Ona gittim, “Bana vizyer yapacaksın” dedim. “Fermejüplü olacak” Kabalakların üzerine takacağım!” Adam neredeyse yerinden hoplayacaktı: “Yapamam” “Niye yapamazsın?” “Ben, Enver Paşa zamanında Enveriyelerin önüne yarım santim bir şey yapmak istedim de o zamanki Merkez Kumandanı Cevat Bey beni Bekiraga Bölüğü’ne atıp hapsettirdi. Bir daha mi?” Adam korkmakta haklıydı. Kendisine teminat verdim. “Bu yapacağın vizyerleri burada giydirmeyeceğim” dedim. “Hem bir değil, yirmi tane yapacaksın. Sana söz veriyorum başına bir dert gelmeyecek." Adamı güç hal razı ettik. Yirmi kadar vizyer yaptırıp, iznim bitince Ankara'ya döndüm. Hemen Mustafa Kemal Paşa’nın yanına çıkıp, geldiğimi bildirdim. “Otur bakalım!” dedi. “İstanbul’da ne var, ne yok?” “Ne olsun Paşam? Malum-u devletiniz İstanbul bir cennet.” Atatürk güldü: “Başka cennet var mi?” Sonra şuradan buradan konuşmaya başladık. Orada Nuri Conker, Mahmut Soydan, Salih Bozok ve birkaç kişi daha var. İçim içime sığmıyor. Vizyerleri söyleyeceğim, ama lafa nasıl girsem... Konuşuyorum ama kafam hep orada. Paşa bende bir şey olduğunu anladı. “Bana bak çocuk!” dedi, “Sende bir şey var! Nedir, söyle bakayım!” Rahmetli sanki karsısındakilerin içini okurdu. Hemen lafa girdim: “Paşam, memleketimiz Batı’ya daha yakın olduğu halde, hala kalpakla, kabalakla, fesle, sarıkla, takkeyle dolaşıp duruyoruz. Hâlbuki Iran, Afgan ordularında şapka giyiyorlar. Ben de İstanbul’da kabalağıma göre bir vizyer yaptırdım.” Atatürk bayağı meraklanmıştı: “Nerede bu vizyerli kabalağın?” “Dışarıda Paşam!” “Haydi git, giy, gel, göreyim!” Subaylarımı, vizyerli kabalak giymeye alıştırma planım çok hoşuna gitmişti. “Baş üstüne” deyip dışarı çıkarken birden aklıma geldi: “Efendim müsaade ederseniz durumu bir kere de Milli Savunma Bakanı Fethi Okyar’a...” Elini kaldırıp sözümü kesti: “Lüzum yok! Sen devam et!..” Hemen dışarı çıktım. Vizyeri kabalağa takip içeri girdim ve kendisini selamladım. Bir müddet beni süzdükten sonra sordu: “Peki bu isi nasıl yapacaksın?” Onu da düşünmüştüm. Paşa’nın böyle bir soru soracağını tahmin etmiş ve cevabimi hazırlamıştım: “Efendim! önce subaylarıma talimde giydireceğim. Sonra atlı bir tatbikat yapacağım. Cebeci'den Ankara’nın içerisine gireceğim. Samanpazarı'ndan, Karaoğlan Çarşısı’ndan, Meclis'in önünden geçerek, istasyona gideceğim.” Bunu söylerken kendisine dikkat ediyordum. Dediklerimi beğenmişti. Sordu: “Sonra ne olacak?” “Sonra, yavaş yavaş .bu vizyerli kabalakları başlarında unutup evlerine gitmeye başlayacaklar. Böylece alıştıracağım.” Planımı beğenmişti. “Devam et!” dedi, “Bildiğin gibi yap!” Bu da benim için kanun mahiyetinde bir emirdi. “Baş üstüne Paşam!” deyip dışarı çıkarken birden aklıma Milli Savunma Bakanı Fethi Okyar geldi. Döndüm: 'Efendim, müsaade ederseniz durumu bir kere de Milli Savunma Bakanı’na...” derken elini kaldırıp “Lüzum yok!” deyip sözümü kesti: “Sen devam et!” Subaylarıma vizyerleri dağıttıktan başka Paşa’nın yaveri Resuhi Savaşçı’ya, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın emir subayı Yüzbaşı Arif’e, Bahriye Vekili Ihsan Bey'in yaveri Enis Bey'e de bu viziyerlerden verdim. Hepsi takti. Aradan birkaç gün geçtikten sonra, Diyarbakır’da Şeyh Sait İsyanı başladı. Hükümetle Meclis arasında anlaşmazlık çıktı. Fethi Okyar hem Başbakan, hem Milli Savunma Bakanı. İsyanın mevzii olduğunu, daha büyük gelişmeler göstermesine imkan olmadığını iddia ediyordu. Bakanlar Kurulu ve Atatürk de aksini söylüyordu. isyan mevzii değildi. Inkisaf ediyordu. Daha büyük kuvvetlerle karşı koymak lüzumu vardı. Hemen bir-iki tümen seferber edilerek isyancıların üzerine gönderilmeliydi. İhtilaf büyüyordu. Bir gün Meclis'te Resuhi Savaşçı’yı gördüm. Baktım, kabalağındaki vizyeri çıkarmış ... “Ne oluyor?” diye sordum. “Emir böyle. Ben çıkardım, sen de çıkaracaksın!” dedi. Emrin Fethi Bey'den geldiği belliydi. “Ben çıkarmam!” dedim. “Sen yaversin, çıkartabilirsin! Ben kıta kumandanıyım. Vizyerimi çıkartırsam üniformamı da beraber çıkartırım. Attığım adımdan dönemem, çıkartmam ve çıkartmayacağım!” Çıkartmadım da! isyan büyüyünce Fethi Okyar çekildi. Heybeliada'da istirahat eden İsmet İnönü Ankara'ya çağrıldı ve kendisine başbakanlık görevi verildi. Bundan birkaç gün sonra atla istasyondan Sarıkışla’ya gidiyordum. Arkamdan bir ses duydum. Birisi bağırıyordu: “Kumandan bey! Kumandan bey!” Döndüm baktım: “Kumandan bey! İsmet Paşa sizi emrediyorlar.” İsmet Paşa’nın arabası, Birinci Meclis'in önünde duruyordu. Hemen atı çevirip yanına gittim, aşağı inip kendisini selamladıktan sonra “Hoş geldiniz!” dedim. “Hoş bulduk!” dedikten sonra başımdaki vizyeri işaret etti: “Sakin kabalağından vizyerini çıkarma!” “Siz emrettikten sonra çıkarmam Paşam!” Bir süre sonra Şeyh Sait isyanı bastırıldı. Atatürk, Ağustos ayında Kastamonu ve İnebolu'ya bir gezi yapacaktı. Ben de beraberindeydim. İnebolu Türk Ocağı’nda konuşma yaptı. Medeni kıyafetin ne olduğunu anlattı ve sonra 'Buna şapka derler, kafaya giyilir!' diyerek elindeki panama şapkayı başına geçirdi. Orada kendisine büyük tezahürat yapıldı. Ertesi gün Kastamonu'ya geçtik. Vali Fatih Bey memurlara, gençlere ketenden, patiskadan ne bulursa şapka yaptırmış. Hepsi bizi şapkaya benzer şeylerle karşıladılar. Atatürk bundan çok memnun oldu. Ankara'ya döndük. Ankara'da Tip Kongresi vardı. Kongredeki bütün gençler nereden bulmuşlarsa birer şapka edinmişlerdi. Hepsi Atatürk'ü öyle karşıladılar ve kendisine büyük tezahürat yaptılar. Artık şapka devrimi gerçekleşmişti. Meclis'ten çıkan kanun bu devrimi yerine oturttu.” Bir öncü de Demiryollarında girişimde bulunan Behiç Erkin’di.

 

Fevzi Çakmak da şöyle bir katıda bulunuyor: “Mustafa Kemal’in sofra arkadaşlarından bazıları ile aram hiçbir zaman iyi olmamıştır. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Birinci sebep, onların Paşa'yı durmadan içmeye adeta zorlamalarıydı. Bu içki hayatının. o büyük adamın bünyesini nasıl tahrip etmekte olduğunu gördükçe her zaman içim sızlardı. İkinci sebep, bunlardan bazılarının Mustafa Kemal’in yanında yakınında bulunmalarından faydalanarak devleti soymak için girişmiş oldukları bazı teşebbüsleri duymuş bulunmamdı(…) Beni gericilikle suçlayanların bir şeyden daha haberleri yoktu. O da Mustafa Kemal’in yaptığı bütün inkılapları gerçekleştirmeye kalkışmadan önce benimle uzun boylu konuşup tartıştığı idi. Bu inkılaplardan çoğunu herkesten önce öğrenen ilk defa ben oluyordum. Mustafa Kemal beni ne kadar yakından tanırsa tanısın, nihayet yine de bir insandı. Ve her insan gibi telkin altında kalması normaldi. Nitekim şapka inkılabında bunu hiçbir şekilde kabul etmeyeceğim yolunda kendisine o kadar ısrarla telkinlerde bulunmuşlar ki bir ara buna inanır gibi olmuş. Hatırlanacağı gibi biz, ilk defa şapka inkılabını orduda tatbik etmiş bulunuyorduk. Bu yolda da Mustafa Kemal ile tam olarak mutabık kalmıştık. Biz gerekli tamimleri orduya hemen yaydık. Askerlerden önce subaylar hemen şapka giyecekler, işlerine böyle gideceklerdi. Ben de giydiğim serpuşuma o zamanki tabiri ile bir şemsisiper taktırmayı ihmal etmemiştim. Ertesi gün ilk defa bunu giyerek makamıma öyle gidecektim. Fakat gelin görün ki münasebetsizin biri Mustafa Kemal’i yine fıtlemiş. Benim Şapka giymeyi asla kabul etmeyeceğimi söylemiş. Bu yolda o kadar ısrar etmiş ki Atatürk bile tereddüde düşmekten kendini alamamış ve hemen başyaveri Rüsuhi Savaşçı’yı çağırtarak ona durumu anlatmış ve kendisine: “Yarın sabah erkenden Mareşal'in evinin yakınlarında bulunacaksın. Kendini asla belli etmeden onun evinden çıkışını bekleyeceksin. Başına şapka giyip giymemiş olduğunu görür görmez hemen koşup bana haber vereceksin!” emrini vermiş. Rüsuhi Savaşçı da bu emir üzerine evimin az ötesinde pusuya yatarak beklemeye koyulmuş. Ben kahvaltıyı yaptıktan sonra üniformamı giydim. Başıma da şapkamı geçirerek evden çıktım. Beni bekleyen makam otomobiline binerek Genelkurmay Başkanlığının yolunu tuttum. Rüsuhi Savaşçı bunu görür görmez hemen Mustafa Kemal Paşanın yanına koşuyor ve durumu Mustafa Kemal Paşaya anlatıyor. O zaman rahat bir nefes alan Atatürk yanındakilere: “Şapka inkılabı muvaffak olmuştur. efendiler! sözlerini söylüyor.” (Devam edecek)


  YORUM YAZ
 
Adınız Soyadınız
 
Yorumunuz
 
 
 
  SOSYAL MEDYA
 
 
  GAZETEMİZ
 
 
  BASIN İLAN
 
 
  HAVA DURUMU
 
 
  FACEBOOK
 

 
 
 


 

Siteden yararlanırken yayın politikamızı okumanızı tavsiye ederiz. mersinhakimiyet.com © Copyright 2019-2025 Tüm hakları saklıdır.
İzinsiz ve kaynak gösterilemeden yayınlanamaz, kopyalanamaz, kullanılamaz. mersinhakimiyet.com basın ve yayın meslek ilkelerine uyar.

URA MEDYA